24 Şubat 2009 Salı

KELENDERİS MOZAİĞİ


Limana yakın “Han Yıkığı” adı verilen yerde 1992 yılı kazıları sırasında, Kelenderis limanını, tersanesini ve çevresindeki yapıları tasvir eden bir zemin mozaiği bulundu.

12 m uzunluk ve 3,20 m genişliğindeki mozaiğin 3x3 metrelik panosunda MS 5. yüzyıldaki Kelenderis'in kent manzarası ile limanında bulunan iki yelkenli betimlenmiştir.

Dünyanın en nadide mozaiği olarak nitelendirilen bu şaheserin tamamı, maalesef gün ışığına çıkarılamamış; üzerinde bir başka Berlin Duvarı kâbus gibi dimdik ayakta.

2006’da mozaiğin üzerine çatı yapıldı ve ziyarete açıldı.

GİLİNDİRE MAĞARASI

1999 yılında çobanlar tarafından Gemi Durağı mevkiinde bulundu. MTA raporuna göre, giriş ağzı deniz yüzeyinden 46 m yukarıda bulunan, toplam uzunluğu 555 m olan dünyanın belki de sekizinci harikası sayılabilecek bu mağaranın içi, her türden damlataş oluşumları (sarkıt, dikit, sütun, duvar ve perde damlataşları, akma taşlar, mağara iğnesi) ile kaplıdır. Dev boyutlara ulaşan ve görünümleri son derece güzel olan bu damlataşlar, genişliği yer yer 100, tavan yüksekliği 18 metreye ulaşan ana galeriyi çok sayıda salon ve odaya ayırmıştır.
Mağaranın sonunda, genişliği 18-30, uzunluğu 140, tavan yüksekliği 35-40, derinliği 47 metre olan büyük göl bulunmaktadır. Gölün kenarında sarkıt, dikit, sütun ve mağara iğneleri yer almaktadır. Göl deniz ile aynı düzeydedir. Denizden yatay olarak 240 metre uzakta bulunan gölün ilk 10 metresinde acı su, sonraki derinliklerde de tuzlu su yer almaktadır. Göl içerisinde sıcaklık hemen hemen aynıdır.
Gilindire Mağarası'nın çok sıcak ve nemli bir havası vardır. Giriş ağzının dar ve basık olması nedeniyle, dışarıyla hava alış verişinin olmadığı mağaranın bu havası yaz ve kış mevsiminde önemli bir değişikliğe uğramamaktadır. Ancak girişten son bölüme doğru sıcaklık kademeli olarak düşmekte, buna karşılık mutlak nem artmaktadır. Nisan 2000 ayında MTA uzmanlarınca ölçülen sıcaklık ve mutlak nem değerleri, mağaranın önünde 28 derece, nem %37; gölün kenarında sıcaklık 22 derece, nem %91dir.
Gilindire Mağarası, Kültür Bakanlığı Adana Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca 25.01.2000-3608 gün ve sayılı karar ile taşınmaz kültür ve tabiat varlığı olarak tescil edilmiştir.
Aydıncık-Silifke Karayolunun yaklaşık 10. kilometresinden 3 km.lik bir yol açılmıştır. MTA, mağaranın aydınlatılması ve iç düzenlemeleri için mimari uygulama projeleri de yapmıştır ve mağarayı turizme açma çalışmaları devam etmektedir.

DÖRTAYAK ANITMEZARI


Dörtayak, tarihin derinliklerin güzümüze ulaşan bir yapıt. MS 2. yüzyıl sonlarında yapıldığı sanılan bir anıtmezar. Dört tane fil ayağı olduğu için bu ad verilmiş. Mezar odası açılmadığından, gerçek bir mezar mı ya da ünlü birinin anısına yaptırılan boş mezar mı olduğu henüz bilinmiyor.
Bir aşk öyküsü de kurgulanmış bu anıtmezar üstüne. Söylenceye göre, yöre kralının güzelliği dillere destan bir kızı varmış. Aynı anda iki damat adayı çıkmış ortaya. Kızın babası eminmiş her ikisinin de kızını mutlu edeceğinden. Yokmuş birbirlerine de üstünlüğü. İşte bu yüzden seçim yapmakta zorlanmış. Çağırmış iki adayı. Birinden Köşk’ten kanal yaparak su getirmesini, diğerinden de Dörtayak’ı yapmasını istemiş. Kim erken bitirirse işini, o alacakmış güzel kızı.
İki namzet başlamış çalışmaya. Günler, aylar, yıllar geçmiş. Su getirmekle görevlendirilen aday, dereleri, tepeleri aşan kanal yapmış, diğeri son sırayı yapacağı zaman suyun şırıltısı duyulmuş Kelenderis’te. Dünya güzelini kaybettiğini anlayan aday, son sıranın ilk taşını koymuş koymasına ama bitirse neye yarayacak, atmış kendini aşağıya. Diğeri de girmiş dünya evine sevdiği kadınla.
Böyle anlatıla gelir yıllardandır. Doğru mu yanlış mı orası bilinmez ama anıtın tepesinde tek taş yıllardır duruyor. Yapıtın dibinde de aynı taşlardan hâlâ var. Yerdeki taşlar belki de yukarıdan düşmüştür, kim bilir.
Bir hayırsever, o taşlardan birini oyup dibek yapmış. Bir zamanlar, çalgıcılar eşliğinde gelirdi damat ve arkadaşları keşkek için buğday dövmeye.
Dili olsa da konuşsa bu anıt. Bir anlatsa, kimin için, ne zaman yapıldığını. Bir dile getiriverse insan ve doğaya karşı verdiği savaşımı ayakta dimdik kalabilmek için. Neler görüp geçirmiştir, ne gülüşmelere ne ağıtlara tanık olmuştur, o dilsiz koca anıt.
O günün koşullarında, ne kadar zamanda, kaç kişiyle, hangi amaçla yapıldı acaba? Yarısı toprak altında bulunan bölümü, söylendiği gibi, gerçekten mezar odası mı bilinmez. İçi boş mu dolu mu o da belli değil.
Ama Kaptan Beaufort'un “Chelindreh Limanı” haritasında Dörtayak, “kenotaf” yani ünlü bir kişinin ansısına yapılan boş mezar olarak işaretlenmiş.
Anıtın bahçesi, araçlara park yeri, çocuklara top sahası oldu yıllarca. İçerisinde sohbetler edildi zaman zaman. Turistler geldi onu görmeye, fotoğrafını çekmeye. Son yıllarda çevresi tellendi, kapısına da kilit vuruldu, neye yarayacaksa. Daha sonra bir gece poyraz devirdi kapı ve bazı bölmelerini. Paslı direklere gerilen teller, poyrazın kanatlandırıp uçurduğu renkli poşetlere durak yeri oldu. Panosundaki yazının bazı harfleri solmuş ya da uçup gitmiş.
Aydıncık’ın simgesi olabilecek, sekiz metre yükseklikte, konik biçimde yükselen ve üst kısmı kornişle süslü anıtın doğu tarafındaki taşları, ne yazık ki yerinden oynamış. Harç kullanılmadan yapılan bu eserin o kocaman kesme taşların bir kısmının da yüzeyi aşınmış, kornişte kırıklar var.
Geçenlerde rüyama girdi. Taşları yerinden oynuyor, sallanıyor, düşüyor ve üstüme üstüme geliyordu. Kemerli ve her biri dört ana yöne bakan kapıları da yok oluvermişti bir anda. Sabahleyin anıtı yerinde görünce içime su serpildi. Mutlu oldum onu tekrar ayakta bulmaktan.
Deprem riski az olan bir bölgede bulunduğu için, bu güne kadar sağlam kalabilmiş Dörtayak. Yalnız taşların bir kısmının yerinden oynaması hayra alamet değil.
Böylesine görkemli bir yapıyı gelecek kuşakların da görmesini sağlamak, görevimizdir. Dolayısıyla Dörtayak Anıtmezarı, bir an önce restore edilmeli. Bu yenileme çalışması sırasında da bilinmeyenler öğrenilecektir. Gerçek bir anıtmezar mı yoksa bir kenotaf mı olduğu da anlaşılacaktır.
Küçük bir sarsıntıda yerle bir olabilir gibi geliyor bana. O zaman da iş, işten geçmiş olur. Yıkılması durumunda, yeniden yapılması da sanıldığı gibi kolay olmaz. Kim bilecek hangi taş, hangisinin üstündeydi.
Arzu ve beklentimiz, gerekli çalışmaların bir an önce yapılması, anıtın yıkılmasının önlenmesi ve ömrüne ömür katılmasıdır.


DÖRTAYAK ANITMEZARI HAKKINDA YAZILANLAR:

“Antik kentin merkezinde, kıyıda, kocaman yontma taşlardan yapılmış, içerisine dört ana yöne bakan dört kapıdan girilen bir yapı yükselmektedir” (Vital Cuinet, La Turquie d’Asie, Tome 2, Paris, Ernest Leroux, Editeur, 28, Rue Bonaparte, 1891)
“Kentin merkezinde, her biri dört ana yöne bakan ve içerisine bu dört kapıdan da girilebilen bir anıt vardır. Kocaman yontma taşlardan yapılmış olup konik bir biçimde yükselmektedir. En üst kısmı ise çok güzel bir kornişle süslüdür…” (Victor Langlois, Voyage dans la Cilicie, Paris,1861, Chez Benjamin Duprat)
“Gilindire’nin orta yerinde, yol kenarında bir Roma eseri daha vardır. Dört kubbe üzerine bir pantantif kubbeden meydana gelen eserin hüviyeti her ne kadar kesin olarak bilinemiyorsa da bunun önemli bir kişinin mezarı olduğu söylenebilir.” (M. Hadi Altay; Adım-Adım Çukurova; Adana 1965)
“Yerli halk tarafından dört ayak olarak bilinen MS 2. yüzyıla tarihlenen mezar anıtı piramidal çatı formuyla hem Demircili Öterkale’nin hem de Uzuncaburç mezar geleneğini devam ettirirler. Düzgün kesme taşlarla bir podyum üzerinde dört adet fil ayağı üzerindeki piramidal çatı ile kapatılmıştır. Bu mezar 4 adette kemerli kapı görünümlü açıklıkla hareketlendirilmiş. Asıl mezar odası alt kattaki kripta kısmında olmalıdır. Çünkü dört ayağın açık kısmında herhangi bir gömüt izi yoktur.” ( Şinasi Başal; Antik Silifke ve Çevresi; Mersin 1993)

KELENDERİS- GİLİNDİRE- AYDINCIK


Mitolojiye göre, Kelenderis, denizcilik ve ticarette çok ilerlemiş Fenikelilerden Sandakos tarafından üç bin yıl önce bir liman ve ticaret şehri olarak kurulmuştur. Kente daha sonra Hititler, Asurlular, Sisamlılar, Selefkoslar, Mısırlılar, Romalılar ve Bizanslılar hâkim olmuştur.
Kelenderis ilk parlak dönemini MÖ 5. ve 4. yüzyıllarda yaşamış. Kendi parası MÖ V. yüzyılda görülmeye başlamış ve Büyük İskender'in Anadolu'ya gelişine kadar sürmüştür. MÖ 425-400 yıllarına tarihlenen gümüş bir Kelenderis sikkesinin ön yüzünde şaha kalmış bir atın üstünde yan oturmuş bir süvari; arka yüzünde ise başını sağa çevirmiş ve diz çökmüş vaziyette bir keçi bulunmaktadır.
Romalılar yöreye hâkim olurca, Kelenderis Limanı'ndan önemli ölçüde yararlanılmış ve burası Roma'nın vazgeçilmez bir ticaret şehri olmuştur. Romalılar zamanında kent imar olmuş, şato, saray, suyolları, hamam ve limanı ile mükemmel bir şehir özelliği taşıyordu.
Bizanslılar devrinde de imar olan kent, çağının en güzel ve medenî yörelerinden birisi olmuştur. Yöre 11. yüzyılda Ermenilerin eline geçmiş.
1228 yılında Karamanoğlu Alâeddin Bey'in komutanlarından Ertokuş Bey Kelenderis Kalesi'ni Ermeniler'den temizleyerek buraya doğudan gelen Türkler'i yerleştirmiştir.
1461 yılında Silifke ve Mut ile birlikte Gülnar da Fatih Sultan Mehmet döneminde, Gedik Ahmet Paşa tarafından Osmanlı yönetimine katılmıştır.
Celenderis, Kelenderis, Kelendere, Kelenderi, Kilindra, Kelendiri, Kalendria, Kelendri, Gelendir, Gilindir gibi isimler zaman içerisinde değişimlere uğrayarak 19. yüzyıl başlarında da Gilindire’ye dönüşür.
Gülnar Hatun'a bağlı Oğuz boyları Horasan Bölgesi'nin Merv Kenti'nden göçerek Toroslar'a gelip yerleştikleri için yöremize Gülnar adı verilmişti. 1867 Vilayet Nizamnamesi'nin getirdiği yeni yönetsel bölümlenme uyarınca, İçel Sancağı'nın kazaları şunlardı: Anamur, Mut, Silifke ve merkezi Kilindria olan Gülnar.
KELENDERİS- GİLİNDİRE VE GEZGİNLER
“Bu gezginlerden ilki olan G. A. Olivier 18 Eylül 1796 yılında Kıbrıs'tan Girne (Cerino, Ceronia veya Ceroniun) limanından yola çıkarak, Kelenderis'e (kendi ifadesiyle Celindro’ya) gelir. Burada kaldığı tek gün hakkındaki notlarında, çevredeki bitki örtüsünden ve kent içinde görülebilen sur, mezar ve suyolu gibi kalıntılardan söz eder." (Levent Zoroğlu, Kelenderis 1-Kaynaklar, Kalıntılar, Buluntular. S.26-27)
Pirî Reis, 1521 yılında yazdığı Kitab-ı Bahriye'de Gilindire hakkında şöyle demektedir:
"Ada gibi yumru bir burundur. Ol burunun iki yanu yatakdur. Ol yatakların neresinden kazarlarsa su çıkar… karşusunda ada vardur. Ol ada ile burun arasından büyük gemiler geçer. Derindir. Ve ba’dehu mezkur adadan Gilindire beş mildir. …mezkur Gilindire gün doğusuna karşu deniz kenarında bir burun üzerinde bir harab kal'edür. Ve illa burc u barusu dahi tamam durur.. Ve ol kal'enün önünde bir küçücük liman vardur..." (Gündüz Artan, İçel Gezginleri)
KALENDRIA
"Kilikya kıyısındaki küçük Kalendria (Chelindreh) limanı, mehtaplı gecelerde, doğanın sadık bir kopyasından ziyade bir ressamın hayalinde canlandırarak yaptığı bir tabloya benzer. Kıyılarının, piramidi andıran yalçın kayalarının ve adalarının manzarasını seyrederek büyük bir zevk alınacak en uygun vakit, işte böyle gecelerdir: Her kuleye, her kayaya, her sivri tepeli dağa vuran ayın şavkı, kalker kayalı ve siyah mermerli, ağacı ya da yeşilliği nadir olan yüksek yamaçlara daha güzel bir görüntü verir ayrıca yakıcı güneş altında oldukça belirgin olan çıplaklığı ve çirkinliği de örter. Sabahın ilk rüzgarı ile yelken açacak iki serenli güzel bir geminin hareketi için, kıyıda her şey bir kargaşa ve uğultu içinde geçer: Gemiler yük ve yolcusuyla denize açılır. Pek işlek olmayan limanda nadir görünen böyle bir olay için köy halkının hemen hemen tümünde bir hareketlilik göze çarpar. İstanbul-Kıbrıs postası burada gemiye yüklenir; Kıbrıs ise yüksek yerlerden ufukta görünür…
Kendisini Kıbrıs’a götürecek bir tekne ya da Konya istikametine gidecek bir vasıta bulamayan sabırsız yolcuyu oyalayabilecek pek az şey var Kalendria’da. Barınacak yerler de hoş ve rahat değil. Bu durumda yolcu da, eski ve kocaman kulenin, odalarıyla, parlak ışıklarıyla yabancılara hâlâ açık olmasını canı gönülden arzu etmekten kendini alamıyor. Kuleciklerden birindeki bir odanın penceresinden böyle bir geceyi seyretmek, surdaki bir nöbetçiyi bir Kilikya şarkısını söylerken dinlemek ne hoş olurdu! Tiberius döneminde, çeşitli dümen ve dolapla Germanicus’un öldürülmesi olayına karışan Pison işte burada yakalanmıştı. Sentius Pison’u Kilikya’da, Celendris adında bir kaleye sığınmaya zorlamıştı. Savaş başladı; Sentius avantajlı duruma geçmişti ki Pison düşman gemilerindeki lejyonerlere, sura çıkarak, kendini gösterdi ve onlara hitap etti, onları kendi tarafına çekebilmek için elinden geleni yaptı ve dördüncü lejyonun bayraktarını kendi tarafına geçirmeyi başardı. Bunun üzerine, Sentius trompetleri çaldırttı ve askerler de saldırıya geçti. Pison, Celendris’te kalmasına izin verilirse, teslim olacağını bildirdi ama teklifi reddedildi. Kendisine İtalya’ya gidebilmesi için sadece birkaç gemi ile bir pasaport verildi. Kale şu an tamamen harap halde ama Rum korsanlar için kulesinde geçici olarak barınmak bakımından az da olsa cazip gelebilir.
Gece, karanlığıyla saracağından
Alaycı bir tavır takınmakta;
Issız kule ise, ahşap ince ihata duvarından,
Batmakta olan aya şöyle bir bakmakta.

Kentin bir yanında çok iyi inşa edilmiş kemerler, diğer yanında çok sayıda mezar evler ve lâhitler bulunduğuna dikkat çekiyor Kaptan Beaufort. Bu lâhitler iri mermerlerden yapılmış ama yılların etkisiyle yıpranmış ve üzerlerindeki yazıların büyük bir kısmı silinmiş.
Üç küçük adanın bulunduğu Kilindria, sıkça uğranılan bir yer olmasa da, yiyecek ve içecek bir şeyler sunabiliyor gelenlere; Kıbrıs şarabı oraya gelen gemiler tarafından getiriliyor; harabeye dönmüş kalede, kayalardaki her delik ya da yarıkta güvercin yuvaları var; güvercin hem çok güzel, hem de çok bol…"
(SURİYE, KUTSAL TOPRAKLAR, KÜÇÜK ASYA. VS.RESİMLEYENLER W. H. BARTLETT, WILLIAM PURSER; GRAVÜRLERİ AÇIKLAYAN JOHN CARNE; İNGİLİZCE’DEN FRANSIZCA’YA ÇEVİREN PROFESÖR ALEXANDRE SOSSON, FISHER, FILS, 1836) Türk Tarih Kurumu Kütüphanesi, sayfa 76-77; bu sayfaları Türkçe’ye çeviren Mustafa B.Yalçıner.
Victor Langlois 1852-1853 yılları arasında Kilikya bölgesine yaptığı gezi sırasında, Kelenderis'e de gelir ve 1861 yılında yayımlanan "Voyage dans la Cilicie" adlı seyahatnamesinde kent hakkında şunları yazar:
"Bozyazı’dan (Nagidus) daha ileride, bir koy var; bu koyda, adını burada hemencecik denize dökülen ve Soğuksu denilen küçük bir dereden almış, sakin ve güvenli bir liman bulunmaktadır. Derenin döküldüğü bu liman eski Arsinoe olmalı. Batıda liman girişini kontrolü altında tutan yarımada üzerinde bir şehir ve kale yıkıntıları hala görülmektedir.
“… Kelendri, eski Kelenderis, Anamur'dan 12, Silifke'den 18 saatlik bir mesafededir. Bir han ve ilkel birkaç damdan oluşan fakir bir köydür; gemiler, batıdan esen rüzgâra karşı, buraya sığınabilirler. Hâl böyle iken limanda hiçbir yapı emaresine rastlanmıyor. İlk çağda kuruluş mitolojisinin de belirttiği gibi bir liman kenti olan Kelenderis'e ait harabeler ise, dağın eteğinde ve bir buçuk kilometrelik bir alanda, bu küçük koy boyunca uzanmaktadır. Bu kalıntılar arasında şunları sayabiliriz: yakınlardaki bir kaynaktan kente su getiren suyolları; Pison'un, Germanicus döneminde, ele geçirdiği ve ordusunu, Sentius'a karşı, hazır vaziyette beklettiği kalenin yerinde inşa edilmiş yıkık bir şato. Diğer kalıntılar, sağlam durumda bir miktar tonozlu mezar. Bu mezarların her birinin içerisinde çok güzel bir lahit bulunmaktadır. Bu lahitlerin bir kısmı sapa sağlam ve hâlâ kapaklıdır oysa diğerleri kırılmış ya da parçalanmış vaziyette. Kinneir bu lahitlerin yirmi tane olduğunu ve sadece ikisinin üzerinde Rumca yazıların bulunduğuna dikkat çekmiştir. Kentin merkezinde, her biri dört ana yöne bakan ve içerisine bu dört kapıdan da girilebilen bir anıt vardır. Kocaman yontma taşlardan yapılmış olup konik bir biçimde yükselmektedir. En üst kısmı ise çok güzel bir kornişle süslüdür… Sayfa 177-178." Victor Langlois, Voyage dans la Cilicie, Paris,1861, chez Benjamin Duprat) Bu sayfaları çeviren Mustafa B. Yalçıner.
KILINDRIA
"İlginç olan tek yerleşim yeri kaza merkezidir: Kilindria, eski Celenderis, Anamur’un 37 Km. doğusunda, Silifke’nin ise 62 Km. güney batısında güzel bir koydadır ancak buradaki üç ada gemilerin limana girişini zorlaştırmaktadır. Bu küçük kasabanın nüfusu sadece 210’dur ve halkın hemen hemen hepsi Kıbrıs ya da Alanya’dan göçüp gelen Rumlardır. İnşaat malzemesi ya da odun olarak kullanılmak üzere kereste ticareti yapılır. Bunlar Suriye’ye ihraç edilir. İhracatı oluşturan diğer kalemlerden meşe palamudu Syra’ya ( Siros Adası ); tereyağı, peynir vb. gibi besin maddeleri ile yün ve ham deri Kıbrıs’a gönderilir. Hemen hemen hiç ithalat yapılmıyor denilebilir. İskelenin ithalat ve ihracatla birlikte gümrük geliri 60.000 kuruştur.
Kasabada bir cami, bir tekke, bir Ortodoks kilisesi, bir medrese ile iki okul var. Çevrede 1950 adet asma bulunmaktadır.
Kaymakam ile orman işletmesi, maliye, gümrük ve tekel memurları Kilindria’da ikamet etmektedirler. Burası kaza ve yerel yönetimin merkezidir, ayrıca burada bir de Asliye Hukuk Mahkemesi vardır.”
CELENDERIS
“Kilindria, antik Celenderis şehrinin kalıntıları üzerine kurulmuştur. Celenderis’in Fenikeliler tarafından kurulduğu kabul ediliyor hatta kuruluşu için mitolojiye bile atıfta bulunuluyor. Hal böyle iken, kıyı boyunca uzanan kalıntılar arasında eski çağlardan kalma hiçbir ize rastlanmıyor. En eski eser Romalılara ait. Mevcut olanların çoğu ise ortaçağdan kalmadır. Bu çağda Venedikliler ve Rodoslular Kilikya kıyılarında uzun süre kaldıkları için Celenderis çok kalabalık ve çok önemli bir kentti. Kalıntılardan görülebilenler su kemeri ve yıkık bir şato ile muhteşem lâhitlerdir. Lâhitlerin çoğu hâlâ sapasağlam ve kapaklı. Antik kentin merkezinde, kıyıda, kocaman yontma taşlardan yapılmış, içerisine dört ana yöne bakan dört kapıdan girilen bir yapı yükselmektedir.”
ARSINOE
“Kilindria’nın iki mil kuzeyinde Soğuksu adı verilen derenin döküldüğü koya, huzur ve emniyet içinde demir atılabilir; burası eski Arsinoé limanı olmalı çünkü bir şehir ve kaleye ait çok sayıda kalıntı göze çarpıyor" (Vital Cuinet, La Turquie d’Asie, Tome 2, Paris, Ernest Leroux, Editeur, 28, Rue Bonaparte; 1891, sayfa 80-81). Bu sayfaları çeviren Mustafa B. Yalçıner.
CÉLENDERİS
"Célenderis şehri, Fenikeliler tarafından kurulmuş sayılır. Buraya, sonradan Sisam’dan göçmenler gelmiştir. En eski eseri Roma dönemine aittir; çoğu Bizanslılar’ın eserlerindendir. Venedikliler’le Rodoslular’ın bu kıyıda bulundukları Ortaçağ döneminde, bu şehrin çok kalabalık olduğu anlaşılıyor." (Charles Texier, Küçük Asya, Coğrafyası, Tarihi ve Arkeolojisi; çeviren Ali Suat 111. cilt 478; Enformasyon ve Dokümantasyon Hizmetleri Vakfı Ankara 2002)
GİLİNDİR
Tanin Gazetesi yazarlarından Ahmet Şerif’in 1910 yılında, at arabasıyla Mersin'den Silifke'ye ve Taşucu’na, oradan da vapurla Gilindir'e ( Gilindire'ye) gelir. Oradaki halkın yoksulluğuna deyinir ve kitap bulamayan çocukların okula boşuna gidip geldiklerini anlatır.(Gündüz Artan İçel Gezginleri s. 53)
" ... Martın 31 nci perşembe günü, on beş günde bir uğramakta olan Yunan vapuruna yetişerek Gilindir'e gitmek üzere Silifke'den bir buçuk saat olan Taşucu İskelesi’ne geldim. Vapur ancak cumartesi gecesi saat beşte geldiğinden iskelede beklemek gerekti. ( s.296)
... Cumartesi gecesi saat beşte gelen Yunan vapuru iki saat sonra hareket etti. Güneş doğmasından evvel Gilindir'de idim. Gülnar Kazası’nın merkezi olan Gilindir üç yüz evden fazla değildir. Bir dağın eteğine kurulmuş. Tabii bir limanı var ve ancak küçük deniz araçlarının girebilmesine uygundur. Liman evvelce daha geniş iken Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra darlaştığı ve yavaş yavaş suyun çekilmekte olduğu mahalli söylentilerdendir. (s.298)
Semihi Vural’ın broşüründe ise yukarıdakilere ek o şunlar yazılıdır:
"…Arazi taşlıktır; ötede beride tarlalar, bahçeler görülür. Halk İslam ve Rum'dur. Rumlar daha kalabalıktır. İki taraf birbirleriyle pek güzel geçiniyorlar, diyebilirim ki, burası bir birlik örneğidir. Gilindir'in ihracatı kereste, odun, kömür, palamut tereyağı gibi şeylerdir. Halk fakirdir... Arazi ziraate o kadar uygun olmadığından, halk zorunlu olarak ormanları yakarak tarla haline getirmektedir. Toprak halkın yiyeceklerini zorlukla veriyor. Burası bahçeciliğe, ipekböceği beslemeye daha uygundur." (Semihi Vural. Uygarlıkların Kesiştiği Yer Gülnar/ Anaypazarı s.11)
GELENDİR
Şemsettin Sami Kamus Ül Alam'da 19.yy sonlarında Gülnar için şöyle der: “Anay Pazarı nahiyesi ile 53 köyü ve 18 120 nüfusu vardır. Kaza merkezi Gelendir köyüdür. Halkın çoğu yörük aşiretlerindendir. Başlıca geçimi, Şam'a ve Kıbrıs'a satılan keresteden sağlanır. Palamut ve yağ da dışa sattığı ürünlerdendir.” (Semihi Vural, uygarlıkların kesiştiği yer Gülnar/ Anaypazarı s.10).

İLÇE MERKEZİ TAŞINIYOR


1915 sonlarında kaza merkezini emin yerlere taşımak üzere memurlar yola çıktı, değişik yerler denendikten sonra nihayet 27 Mayıs 1916 tarihinde Anaypazarı’nı kaza merkezi yaptılar. Gilindire’nin ileri gelen tüccarları da ilçe merkezine göçtü.
9 Mart 1912 yılında Gilindire’de doğan, Tapucu Mehmet Efendi (Mehmet Tevfik Teoman) ve Şerife Hanım’ın oğlu, şair, araştırmacı yazar ve öğretmen A. Zeki Teoman bu konuda şu bilgileri veriyor:
“1900 yılları Türkiye için felaket yıllarıdır. 1912'de Balkan Devletleri Türkiye'ye, 1913 yılında İngilizler Süveyş Kanalı'na saldırdı. Akdeniz, savaş gemilerinin kol gezdiği, korsanlık yaptığı bir su ülkesi haline geldi. 9 Mart 1912 günü İngiliz bandıralı bir Yunan savaş gemisi Gilindire limanını topa tutar. Kentin kuzeydoğusundaki Büyük Alan'da otlayan sürüleri alıp götürürler. Olay, kentte korku ve kuşku yaratır. Yetkililer ilçe yönetimini, önce Hacıbahattin Köyü'ne, 1914'te Şeyhömer Köyü'ne taşırlar. Savaş korkusu ve göçebelik durumu, Silifke Sancağı’yla Adana Valiliği'ne bildirilmiştir. İlçe yönetimi, 1915 Mayısında Bozağaç Köyü'ne getirildi. İlçenin kaymakamı, bu göçebelikten bıkmış, görevini bırakıp İstanbul'a kaçmış; ilçe baş­sız kalmıştır. Zeyne ve Ovacık bucak müdürleriyle köy muhtarları ve ilçe yöneticileri Bozağaç Köyü'nde toplandılar. Toplantıya Müftü ve­kili Müderris Mustafa Fevzi (Kırıt) Hoca başkanlık etti. Kısa bir ko­nuşmadan sonra memurların en yaşlısı Tapu Memuru, Qxford çıkış­lı Mehmet Tevfik Teoman'ı kaymakam vekili seçtiler. Yazı İşleri Müdürü Ahmet Şevki Göklevent, Malmüdürü vekili, Gilindire Med­resesi Müderrisi Mustafa Fevzi (Kırıt) Hoca'dır.
İlçe yönetimi 1916 yılı ilkbaharından İtibaren Hanaypazarı’nda konaklamasını saptar. Hanay, büyük demektir. Hanaypazarı o zaman böğürtlen ve tesbih çalılarıyla, çevresi de çam ormanlarıyla kaplı üç tepe arası bir düzlüktedir. 50 yıldan önce yörüklerin Arayurt ve Irmasan Yaylaları'nda kurdukları Hanaypazarı, 30 yıldan beri burada ku­rulmaktadır. Çünkü burası hem ilçenin ortası, hem Silifke'ye yakın­dır. Her tür üretsel alışveriş burada daha kolay yapılmaktadır. 27 Mayıs 1916'da ilçe yöneticileri, Hanaypazarı'na geldiler. Kaymakamlık çadırını şimdiki çarşının ortasına kurdular. Dolayına da diğer daire­lerin çadırları kuruldu. O günün anısı olarak dualarla bir de çınar di­kildi. Çukurasma, Tozkovan, Delikkaya Köyleri memurlara kirasız ev sağladılar. Birer de irisinden gelip gitmek için eşek buldular. O yıl pazar, haziran başında sergilendi. 30 ağustosta Silifke'den, 16 Kasım’da Adana'dan, ilçe merkezinin Hanaypazarı’nda kurulması için (olur) emri geldi. Haber hemen köylere yayıldı.” ( F.Saadet Bilir, Gülnar; Teoman, 1985, S: 202)
M. Remzi GÜRCAN ise Kaymakamlığın Gilindire’den Gülnar’a taşınmasıyla ilgili olarak 23-3-1953 tarihli Dünya Gazetesi’nde şunları yazmıştır:
“Birinci Cihan Harbinden sonra, 8 Teşrinievvell 1331 tarihinde Dahiliye Nezaretinden vilâyet vasıtasiyle kaymakamlığa gelen şifreli bir emirnamede, sahilin tehlikeli olduğundan bahisle, «kuyatıresmiyenin mahfuz mahallere kaldırılması » emrolunmuş. Bunun üzerine kaymakam Gani Bey (Urfa) samimi görüştüğü arkadaşları ile istişarede bulunarak, bilumum memur ve ailelerini ve resmî kayıtları ihtiva eden evrak ve defterleri develere yükleterek, 14 teşrinisani 1331 tarihinde hükümeti (muvakkaten) Gilindire’den Anaypazarına nakletmiş ve o tarihten bu ana kadar Gülnar’ın merkezi Anaypazarı olmuştur.”
TÜRKLERLE RUMLAR BİRLİKTE YAŞIYOR
Gilindire’nin nüfus yapısı ve halkının gelir kaynakları hakkında elimize geçen ilk yazılı belge, Vital Cuinet’nin 1891 yılında Paris’te Ernest Leroux tarafından basılan La Turquie d’Asie adlı eserinin 2.cildidir. Burada yazar şu bilgileri vermektedir: “Bu küçük kasabanın nüfusu sadece 210’dur ve halkın hemen hemen hepsi Kıbrıs ya da Alanya’dan göçüp gelen Rumlardır.”
Tanin Gazetesi yazarlarından Ahmet Şerif 1910 yılında Gilindire ile ilgili olarak şunları yazar:«Halk İslam ve Rum'dur. Rumlar daha kalabalıktır. İki taraf birbirleriyle pek güzel geçiniyorlar, diyebilirim ki, burası bir birlik örneğidir.»
Her iki yazarın da belirttiği gibi Türklerin ve Rumların birlikte yaşadığı küçük bir yerleşim yeridir Gilindire. 1900’lü yılların ilk çeyreğinde zaman zaman ezan, zaman zaman çan sesinin duyulduğu bu ilçe merkezinde, bir tarafta uluslararası bağlantıları olan, ekonomik yönden daha güçlü, ev ve tarla sahibi, ticaret ve sanat yaşamını elinde tutan Rumlar, diğer tarafta dünyaya kapalı, hayvancılıkla uğraşan, hayvansal ürünler ile tabiatın sunduğu keçiboynuzu, meşe palamudu gibi orman ürünlerini toplayıp satan çoğunluğu göçer Türkler.
Rumlar, liman çevresinde otururlar. Yapı ustası, demirci, kalaycı, fırıncı, ayakkabıcı, fes kalıpçısı, boyacı, berber, meyhaneci hepsi onlardan. Bazı Rum tüccarlar, Kıbrıs’tan fasulye tohumu getirip yarıya ektirirler. Sonra da ürünleri dışarıya pazarlarlar. Kasabanın tek değirmeni de onların elinde. Liman çevresindeki çok sayıda mağaza da Rumlara ait. Göçerlikten yerleşik düzene geçmeye çalışan Türkler, Hacıbahattin’in batısında büyük bir köy kurarlar, adına da Purgulu derler; tarım ve hayvancılıkla geçinirler. Dağlık yörelerde yaşayan göçebe halkın hayvansal ürünleri ile tabiatın sunduğu keçiboynuzu, meşe palamudu gibi orman ürünler kasabaya getirilir, Rumlar tarafından dış pazarlara satılır.
O günleri bizlere nakledebilecek kişiler bulduk ve anımsayabildiklerini aktarıyoruz:
"Çarşının içinde hiç Türk evi yoktu; batıda Bakkaloğulları’nın, Ortada Gilli Hüseyin’in, doğuda ise Şerif Mahmutların evi vardı. Çarşının içi hep Rumlarındı. Papaz çanı çalınca, kadınlar ellerinde mum kiliseye giderlerdi. Yapı ustası, boyacı, berber, demirci, kunduracı, fes kalıpçısı, kalaycı hep onlardı. Rum ustalar evlerde kireç kullanırlardı. Soğuksu’daki değirmenin yanındaki iki katlı evin ilk katını Toma yaptı. Toma yapı ustasıydı ama işi gücü antika aramaktı. İkinci katını sonra ben yaptım. Gilindire’de Kaymakamlık binası ve postanenin bulunduğu burunda, yolun solunda tek katlı çok büyük bir ev vardı. Sahibi Narko. Soğuksu’daki değirmen de Narko’nundu. Narko tüccardı. Türklerden aldıkları malın karşılığını altın lira ile öderlerdi, kâğıt para da yeni çıkmıştı ama genelde sarı lira kullanılırdı. Jandarma karakolunun bulunduğu bina Bandeli’nindi. Bandeli tüfekçi demirciydi. Ali Kiya, Kuyu Gediği’nde tarlanın içindeki kireçli yapıda bulduğu paradan ikisini Bandeli’ye göstermiş. Bandeli hemen satın almış ve ‘daha varsa getir’ demiş. Ali Kiya kalan paraları da satmış. Bandeli paraları aldıktan sonra ortadan kayboldu. Olay duyulunca, Hükümet geldi, kapısını kilitledi. Daha sonra Muhtar Fettah Kiya, bazı adamlar ve jandarmalar, Bandeli’nin evinde ne varsa alıp Gülnar’a maliyeye götürdüler.
Babamın bir Rum arkadaşı vardı. Benli kalaycı. Gidecekleri zaman merkebi ile bir kat yatağı bize bıraktı. Cumhuriyetin ilanından sonra gittiler, ben o zamanlar galiba 15 yaşlarındaydım."1326 (1910) Gülnar doğumlu ALİ KESKİN
"Narko zengin bir tüccardı. Her köyde bir adamı vardı. İlibas’ta Hacı Efendi; Şomur’da Deli Halil; Söğüt’te Hüsül Ali; Arı Obası’nda Kır Halil Kiya; YeniYörük’te Azgınoğlu M. Ali Efendi. Bu adamlar köylerinden davar, bal, yağ, salep ve çeft alıp gelip Narko’ya satarlardı. Ticaret sarı lira ile olurdu. Soğuksu’daki değirmen onundu. Ayrıca İskele’de burunda güzel kocaman bir de evi vardı. Rumların gidişini biliyorum. Gidiş tarihlerinden emin değilim ama herhalde 15 yaşlarındaydım." 1326 (1910) Gülnar doğumlu MUSTAFA BÜYÜK
"O günlerden aklımda kalanlar, Narko, Berber Petro, Toma, Bandeli ve Petro’nun güzel kızı. Berber Petro, Kiyaoğlu’nun dükkânın sahibiydi, orada ayakkabıcılık yapardı. Çok güzel bir kızı vardı. Baloğlu’nun şimdiki evinde otururlardı. Rumların Gilindire'yi terk edecekleri günden bir önceki akşam, Deli Halil ile Tahsin kızı kaçırmak istiyormuş. Durumdan haberdar olan Petro, tahtalardan küçük bir sal yapıp kızını ona bindirerek evindeki sarnıca sarkıtmış. Kızcağız gecenin karanlığında büyük bir korku içinde sabahın olmasını beklemeye başlamış. Kızı kaçırmaya gelen gençler tüm evi aramış taramışlar ve eli boş dönmüşler evlerine. Sabahleyin kızı balkonda görünce de çok şaşırmışlar. Narko zengindi ticaretle uğraşırdı. Karşıdaki burunda, deniz kenarında kocaman bir evi vardı. Soğuksu’da değirmen işletirdi. Yörükler yağ, peynir, deri, meşe palamudu satardı ona. Narko da yelkenli ile dışarıya gönderirdi. Bandeli, Karakolun sahibiydi, Toma ise duvar ustasıydı.” 1907 Gülnar doğumlu AHMET GÜLÜM.
"Hacıfili, Fasile, Bandeli, Narko, Toma, Navıklı, Yorgi, Heleni, Benli, Kör Kalıpçı aklımda kalan Rumlar. Kör Kalıpçı fes yapardı. Toma’nın fırınları vardı, ben ona odun satardım. Bir eşek yükü odun 40 paraydı. Toma aynı zamanda duvar ustasıydı. Narko tüccardı. Burunda evi vardı. Soğuksu’daki değirmen de onundu. Kıbrıs’tan fasulye getirir ya satar ya da yarıya ektirirdi. Ambarı vardı Narko’nun. Oğlu Sava namussuzun tekiydi. Bizim erkekler Seferberliğe katılınca buradaki kadınlara kızla sarkıntılık ederdi. Balıktaşı’nda dinamit atacakken geç kalmış ve dinamit elinde patlamış. Yorgi benim dükkânın eski sahibi. Yorgi kasaplık yapardı. Kızları vardı. Kızlarından birine Kalaycı Hacı sarkıntılık etmiş. Yorgi de onun dizine bir iğne batırmış, Hacı da topal kaldı." Gülnar 1327 (1911) doğumlu HASAN ALİ SAZAK
"Köyyeri’nde oturuyorduk. Yorgi adında bir demirci ustası komşumuzdu. Oğlu Anestos arkadaşımdı. Seferberlik’te altı yaşındaydım. Diğer Rumlar Köyyeri’ne alışverişe gelirlerdi. Bandeli diye çok iyi bir demirci ustası vardı. Babam ondan bir orak satın aldı. Eskidi ama hâlâ elimizde. Narko vardı, zengin tüccardı, değirmeni vardı. Ben Yorgi’yi çok iyi tanıyorum. İzmir’e Yunanlılar çıkartma yapınca buradaki Rumların onlara casusluk yaptığı söylenirdi. İzmir bizim elimize geçince, o taraflardaki Rumlar göçmeye başlamıştı. Yorgi babama 'Bu göç işi bir gün bizim de başımıza gelecek' diyordu. Yorgi gitmek istememişti. Babama 'Beni sakla' diyordu. Tarihi pek hatırlamıyorum. Yeni delikanlıydım, daha askere gitmemiştim Rumlar göçtüğünde. Tek bir gemiyle akşamüstü yola çıktılar.” Gülnar 1327 (1911) doğumlu M.ALİ SALMA (YUSUF MEHMET)
"Merkez camiinin önündeki çeşmeyi Rumlar, Jandarma karakolunun yanındakini ise Türkler kullanırmış. Akşamüzeri Türk kadınları, ellerine testilerini, helkelerini alarak çeşmeye suya giderlermiş. Sırası gelen suyunu doldurup evine dönermiş. Sona bir ya da iki genç bayan kalınca, Rum delikanlılar kadınlara laf atıp sarkıntılık edermiş.
Bu olaydan utanç duyan ve kendine güvenen bir babayiğit Türk, çeşmenin üst tarafındaki çalının içine gizlenmiş ve gözetlemeye başlamış. Sona kalan genç kıza iki üç Rum genci sarkıntılığa başlayınca, saklandığı yerden büyük bir hışımla fırlayan Türk, bir yumruk birine, bir tekme ötekine, Rumları yere sermiş. Nasıl olduysa Rumlardan biri kalktığı gibi, Türkün hayasını tutup olanca gücüyle sıkmış ve Uzun Irza Efendinin kardeşi acılar içinde kıvranarak yere düşmüş ve oracıkta hayatını kaybetmiş." (CEMİL AZGIN)
"Çarşıya girerken, solda deniz kenarındaki bakkal dükkânı Ayıalanlı Camız Şükrü’nündü ve Şakir çalıştırırdı. Üst katta köşk vardı, Aslan Efendi’nin köşkü. Aslan Efendi zengindi. İki Arabı vardı; ata binip bir yere gitse, Araplar da atlarına biner onu takip ederlerdi. Ayrıca hatırlı birisiydi. Bir gün Rumun biri Aslan Efendi’nin tam evinin önünde yüzüyormuş. Burada karı kız var neden yüzüyorsun diyerek çekmiş tüfeğini, basmış saçmayı. Rum yaralı vaziyette kaçmış. Aslan Efendi’ye soru sual yok tabii." (AHMET GÜLÜM)
İlçe merkezinin taşınmasıyla, Gülnar İlçesi’nin bir bucağı oluveren Gilindire'de sanat ve ticaretle Rumlar, tarım ve hayvancılıkla ise Türkler uğraşırdı. Dağlık yörelerde yaşayan göçebe halkın hayvansal ürünleri, dağlardan toplanan keçiboynuzu ve meşe palamudu kente getirilir, Rumlar tarafından dış pazarlara satılırdı.
RUMLARIN GÖÇÜNDEN SONRA GİLİNDİRE
1920’li yılların sonlarında Rumlar Gilindire’den ayrılınca, Gilindire’deki ekonomik işleyiş de değişime uğrar. Ticaret ve sanatla uğraşmak Türklere düşer. Bunun sonucu kentin ekonomik yapısı değişir. Dış ticaret hemen hemen durma noktasına gelir. On beş ya da yirmi günde bir uğrayan gemiler açıkta demirler, yörenin ihtiyacı olan tekel maddesi, diri tuz ve gazyağı getirir; meşe palamudu, kuru üzüm, keçiboynuzu, yağ, arpa, buğday, üzüm, fıstık ve yolcu alıp giderler. Yelkenli tekneler ise yılda bir ya da iki kez gelip canlı küçükbaş hayvanları İstanbul’a götürür.
Rumlar Gilindire’den ayrılınca, nüfus azaldı. Onlardan kalan ev ve tarlalar Maliye aracılığı ile satıldı. Dışarıdan gelenler veya parası olanlar Hazine’ye kalan Rum evleri ve tarlalarını 1930’dan itibaren taksitle satın almışlar. Hazine taksitini yatıramayanlardan satılan taşınmazı geri alarak ikinci bir ihaleyle başka kişilere satmıştır. 1940’lı yıllarda alınan tapularda bu tip kayıtları görmek mümkündür.
"Harputlu Süleyman Efendi, hamamın yanındaki tarlayı ve içindeki iki katlı evi satın aldı. Oğlu da Uzun Irza’nın kızı ile evlendi. Daha sonra bu eve Uzun Irzalar göçtü.” (AHMET GÜLÜM)
Ticaret ile uğraşmak için yeterli sermaye de olmayınca, Mersin ya da başka yerlerdeki tüccarlar adına mal alınıyor ve gemilerle yollanıyordu. Biraz parası olan ya da veresiye mal alıp sattıktan sonra ödemeye çalışan tüccarlar oluşmaya başladı.
"Nuh Efendi ile Harputlu Süleyman Efendi ortaklarmış ve ticaretle uğraşırlarmış. Çevre köylerden, hatta Büyükeceli’den bile, hayvan alıp Girit’e götürürlermiş. Bir seferinde hayvanları veresiye alıp yine dışarı gitmişler, ikisi de zevklerine düşkün insanlar oldukları için paraları oralarda yemişler. Dönüşte Kayınpederim Mehmet Remzi Efendi de Nuh Efendi’nin zorlaması sonucu onlarla ortak olmuş. Parasını alamayan köylüler, daha sonra kayınbabamın dükkânına gelmişler ve tüm mallarına el koymuşlar. Zor durumda kalan Mehmet Remzi Efendi’ye Kahyaoğlu el uzatmış. Dükkânını vermiş, basma, pazen artık başka ne satıyorlarsa onları da alıvermiş ve başlamışlar ortakçılığa. Aradan bir hayli zaman geçmiş ve bir gün kayınpederimin dükkânını soymuşlar.” ( ÖMER YALÇINER)
"İki bacanak Hacı Efendi ile Şerif Ali Efendi Gilindire’nin ileri gelen tüccarlarındanmış. Şerif Ali Efendi kızını (Selvi’den doğma Ayşe’yi) Harputlu Süleyman Efendi’ye vermiş. İki tüccar kefil olmuşlar ve Harputlu Süleyman Efendi’yi Adana’ya sandık emini yaptırmışlar. Bir müddet sonra, Şerif Ali Efendi bir torba parayla, Adana’dan Gilindire’ye gelmiş. Harputlu Süleyman Efendi hapse atılmış, Hacı Efendi’nin iki, Şerif Ali’nin altı dükkânı mühürlenmiş. Şerif Ali Efendi, İstanbul’a tanıdığı tüccarların yanına gitmiş. Bu arada el konulan dükkânlardan ikisindeki malları satılmış ve borç ödenmiş; diğer dükkânlara hiç dokunulmamış. Harputlu Süleyman Efendi de serbest bırakılmış. Şerif Ali Efendi haberi alınca yeni mallar ile birlikte gemiyle Gilindire’ye geri dönmüş."(HASAN KUŞ)
"Hükümet, Gülnar’a taşındıktan sonra da Belediye devam etti. Ne zaman kaldırıldığını hatırlamıyorum. Hatırladığım kadarıyla, Tevfik Yıldırım reisliğe bakıyordu. Harputlu Süleyman Efendi ile Uzun Irza üyeydiler. Bir tomruk meselesinden bir ay kadar hapiste yattılar." (AHMET GÜLÜM)
"30’lu ve 40’lı yıllarda halk, çiftçilik, balıkçılık ya da hamallıkla geçinirdi. Hemen hemen herkes hamallık yapardı. Ereşit Ağa hamalbaşıydı. Gemilere sandalla üzüm, fıstık ve yolcu taşınırdı. Gelen tuz, gazyağı ve tekel maddelerini boşaltılırdı. Dağlardan odun getirilip satılırdı." (HASAN ALİ SAZAK)

1950-1965 ARASI GİLİNDİRE



1950’li yıllarda Mersin-Antalya karayolu deniz kenarından değil de şimdiki Çakmakoğlu Caddesi’nden geçerdi ve oldukça dardı. Stabilize yol jandarma karakolunu geçtikten az sonra da çarşıyı ikiye bölerek devam ederdi. Yolun her iki yanında eski binalar bulunmaktaydı. Solda deniz kenarında Şakir, Şerif Mahmut, Bakkaloğlu Hasan Hüseyin’in dükkânları, Nuh’un lokantası, Uzun kahve, Gülüm’ün dükkânı, Yaşar Taner’in çalıştırdığı lokanta ve Kiyaoğlu’nun kahvesi vardı. Dalgalar da bu binaları yıllardır yalayıp duruyordu.
Yolun sağında ise Demirci Ahmet’in dükkânı, Muhtar Vehbi Efendi’nin yaptırdığı köye ait dükkân ile Mehmet Levent’in dükkânından sonra yukarıya doğru bir patika sapardı daha sonra Müftü Yusuf Efendi’nin dükkânı, bir yıkık ile Hacı Efendilerin dükkânı, yine bir yıkık ve Kiyaoğlu’nun kemerli dükkânı bulunuyordu.
Hemen hemen çarşının ortasında varınca, yol ortada büyük bir meydan oluşturarak çatallaşır ve biri limana doğru, diğeri ise batı istikametine devam ederdi.
Bayram kutlamalarının yapıldığı ve pazarın kurulduğu Cumhuriyet meydanında dangalak ağaçları ve akasyalar, doğu kısmında bir kuyu, batısında ise yaklaşık iki metre yüksekliğinde mermer sütunlar vardı.
Meydanın güneyindeki bir merdivenden iskeleye giden yola inilir ve bu yol üzerinde, sağda çeşitli mağazalar, Gümrük binası diye adlandırılan ama askeri lojman olarak kullanılan bina, Gemici kahvehanesi, Tekel’in deposu, Uzun Irza’nın iki katlı tahta balkonlu evi ve ayrıca iki üç dükkân mevcuttu. Tekel’in deposunun (şimdiki kazı evinin) arkasından Uzun Irza’nın evine giden dar sokakta, sağ tarafta kemerli girişleri olan dükkânlar vardı. “Bu dükkânlar Rumlarındı. Burada meyhane vardı. Meyhanecinin birinin adı da Sava idi.”(AHMET GÜLÜM)
İskeleye inen yolun solunda ise Ahmet Ali Usta’nın dükkânı, köy odası ve Tekel’in idare binası vardı. Bu binanın girişi arkadandı ve önde denize nazır bir balkonu bulunuyordu. Yol yarımada üzerine kadar gider PTT binası ile hükümet konağında sona ererdi.
Cumhuriyet Meydanı’nın kuzeyinden geçen yol üzerinde, çeşitli dükkânlar, bir fırın ve bir otel vardı. Meydanın batısındaki küçük dereden sonra yolun altında büyük bir bahçe bulunuyordu. Yolun üstünde ise altı dükkân üstü ev olan birkaç binadan sonra çeşme ve camiye varılırdı. Çeşmenin karşısında yolun altında otel olarak çalışmış büyük bir bina vardı. Çeşmeyi geçtikten sonra yolun altında ve üstünde yine evler diziliydi. Yolun altındaki evlerden ikisinin arasından, hamamın doğusundan, iskeleye küçük bir yol inerdi.
1963-1964 yılları arasında eski ve dar olan karayolu genişletilirken, deniz kenarındaki çok sayıda eski bina yıkımdan nasibini aldı. Açılan bu yol binaların bir kısmına mezar olmuş bir kısmını da Akdeniz'in mavi sularına iteleyivermişti. Binaların yerine kalın bir duvar yapıldı. Gilindire'de deprem olmuştu adeta.
Gilindire’nin doğusu ile batısı arasındaki mesafe 1 veya 1,5 km idi. 120 kadar da ev vardı. Batıda yolun solunda Kasap Hasan Hüseyin’in evi, sağda yukarıya doğru Kamiloğulları, daha yukarıda Topal Hacı, Gürcü, Hüseyin Şimşek, İbiller, en yukarıda ise Sabitlerin evi vardı; doğudaki en son ev yol kenarında Gemici’nin, yukarıda dağa doğruysa Şerif Mahmutların evi bulunuyordu.
Evler taştan ya tek ya da iki kat olarak yapılırdı. Sıvası çamurdandı. Genellikle karşılıklı iki oda ve küçük bir holden oluşurdu. Odalar holün sağ ve solunda musandıra denilen 3x3 ebadında ahşap bölmelerle ayrılırdı. Musandıralar genellikle dört bölmeliydi: 1) gusulhane (banyo) 2) altı depo üstü yüklük 3) odalara giriş kapısı 4) bu bölümlerin hepsinin üstünde ise fazla küçük eşyaları koymaya yarayan tahta işlemeli ince uzun bir depo.
Duvarlara mertekler uzatılır, üstüne pardı döşenir ve pür ile kaplandıktan sonra toprakla örtülürdü. Kışın akmasın diye de yuvak ile yuğulurdu. Yerler genellikle tahta döşeliydi; mutfak olarak da kullanılan odada bir ocaklık bulunur ve buradaki musandırada banyo yerine bir un deposu ve üzerinde ekmeklik olurdu. Evlerin pencereleri tahta kepenle kapatılırdı.
Yere genellikle çul serilir, duvar diplerinde küçük minderler ve arkalarında ucu oymalı yastıklar ya da içine hasır basılmış halı yastıklar bulunurdu. Yerde yatak serilip yatılır, sabahleyin yataklar toplanıp yüklüğe kaldırılırdı.
Bazı evlerde duvarda dört parmak eninde uzun bir tahta çakılı olurdu ve üzerinde çiviler bulunurdu. Bu çiviler yatarken pantolon, ceket ve gömlek asmaya yarardı. Evlerin çoğunda duvarda, bir bez kese içerisinde kuran ve dolma tüfek vardı.
Tuvalet, bahçenin bir köşesinde derme çatma, çoğunun kapısına bir çul parçası gerilirdi. Bahçede bazen evin altında ahır ve samanlık bulunurdu. İki katlı evlerin üst katında tahta balkon ve bir kenarında ise dama çıkmak için bir merdiven vardı.
Büyükalan ve Küçükalan’da tarlası olanlar ya kendileri ya da ortağı arpa, buğday, mercimek ve burçak ekerlerdi. Erkeklerin çoğu işsizdi; kimi çarşıda Gülnar’dan kum yüklemeye gelecek kamyonu bekler, kimi balığa çıkar kimi ise kâğıt oynardı.
Tarlada genellikle hanımlar ile delikanlılar çalışmaktaydı; hayvanlarla uğraşmak da onların işiydi. Kadınlar hamur yoğurur, dışarıda ateş yakar, ekmek atardı, yakınlarından birisi geçerse, çağırırlar bazlama ikram ederlerdi. O yıllarda her aile ekmeğini kendisi yapardı. Yapamayan ya da parası olan fırından satın alırdı ekmeğini.
Kadınlar çamaşırları kuyu yanına kurdukları kazanlarda kaynayan sularla yıkarlardı. Beyazlarını da bu kazanlarda kaynatırlardı. Deterjan olmadığı için küllü su kullanırlardı. Kendileri ve çocukları küllü su ile yıkanırdı. Küllü su ile yıkanan saçlar sanki şampuanla yıkanmış gibi yumuşacık olurdu.
O yıllarda insanlar daha tutucuydu: Kadınlar erkeklerin yolunu kesmez, uzun entari giyer, başlarına oyalı beyaz çember bağlardı. Erkekler ise kadınların ve çocukların çarşıdan geçmelerini istemezdi; çocuklar sadece büyükleri tarafından yollandıkları zaman çarşıya giderdi. Bu nedenle çocuklar ve bayanlar Gilindire çarşısının üst tarafından geçen ve yıkılan camiinin yanından ana yola bağlanan yoldan (şimdiki Camii Sokak ) giderlerdi.
İlkokul şimdiki Kaymakamlık binasının olduğu yerdeydi. 1958 tarihinde şimdiki İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nün yerinde yapılan yeni okula taşındı. Ortaokul yoktu. Ortaokul için ya Gülnar’a ya da Anamur’a; lise için ise Silifke veya Mersin’e gitmek gerekirdi. Fakirlik yüzünden çok genç, başka yerlere okumaya gidemedi; gidenlerin de bir kısmı okulu bırakıp geri döndü.
Kışlık yiyeceğin büyük bir bölümü yaylalardan temin edildiği için halkın hemen hemen hepsi yazın Libas’a, Irmasan’a ve Şeyhömer’e göçerdi. Orada sergi zamanı üzüm kurutulur, bulgur pişirilir, fasulye, erik, elma ve armut kakı yapılır ve tüm bunlar toprak damlara serilirdi. Bağ bozumunda, üzümler kesilir ve sepetlerle şıhranaya (şırahane) taşınır, üzümler çiğnenir, elde edilen şıra iri pekmez tavalarında kaynatılırdı. Kışın gelen misafire cevizli akide ikram etmek gelenekten olduğu için, tavada bir miktar pekmezi daha fazla kaynatırlar böylece bazen koyuluğundan içinde tahta kaşık kırılan akide yaparlardı. Pekmezler derilere konur, ekin ekilir ve güz sonu elde edilen ürünler birkaç kez merkeplerle Gilindire’ye taşınır; kış bastırmadan kendileri de dönerdi toprak damlı, tek katlı taş evlerine. Elektrik yoktu, su yoktu.
Dar bir alanda kurulmuş olan Gilindire’de fakir ve zengin kişilerin sayısı oldukça azdı. Her aile kendi yağıyla kavrulur, geçinip giderdi. Komşuluk ilişkileri çok iyi düzeydeydi. Gelenlere batırık ya da kısır ikram edilirdi. Birisi ödünç bir şeyler istemeye geldiği zaman, geri çevrilmezdi. Telefon yoktu, okuryazar azdı. Bir kişi, emanet bir şey ya da borç para isteyeceği zaman, kendisi gidemezse, kendisine ait ve karşı tarafın tanıyabileceği (kol saati, mendil, tespih, kimlik vb.) bir eşyasını bir aracı ile gönderdi. Aracı bu eşyayı karşı tarafa ulaştırır ve gönderen kişinin selamını ve ne isteğini söylerdi. Aracının getirdiği nesneye dutu denilirdi. İhtiyaç giderilir ve dutu iade edilirdi. Dutuyu geri göndermemek çok ayıptı ve görgüsüzlük kabul edilirdi. Sayısı oldukça az olan esnafın da halk ile ilişkileri çok iyiydi. Alışverişlerde söz yeterli ve geçerliydi. İnsanların birbirine güveni tamdı. “Söz, namustur” ilkesinden asla vazgeçilmezdi.
Nüfus oldukça azdı. Çocuklar aynı okulda okur, büyükler aynı camide namaz kılar ve aynı dinî kültürü alırdı. Bir ya da iki kahvehane vardı, insanlar buralarda buluşur ve kültür alışverişinde bulunurlardı. Bunun sonucu bir görüş ve düşünce birliği vardı.
1960’li yılların başlarına kadar Mersin-Antalya yolu Büyükalan’dan geçmez dağların dibinden dolaşarak Gilindire-Gülnar yoluna bağlanırdı. Gilindire’den Büyükalan’a günübirlik gidilir ve dönülürdü. Gidiş gelişte, devlet hastanesinin yanında şimdi telle çevrili sit alanı içinde kalan antik yol kullanılır ve Küçükalan’daki derenin sığ yerlerinden geçilirdi.
Mersin-Antalya yolu hizmete açılınca, mal nakliyatı kamyonlarla yapılmaya başlandı. Limanın olmayışı, yüklemenin zorluğu ve maliyet artışı sonucu deniz ticareti de yapılamaz oldu. Sulak arazinin olmaması halkı, hayvancılık yapmaya ya da arpa, buğday, mercimek ekmeye zorlamıştı. Halkın yazları yaylaya gitmesi ile nahiye terk edilmiş bir hayalet kent haline gelirdi.
Bu durum 1960’lı yılların sonuna kadar devam etti. 1964 yılında, Soğuksu’dan Gilindire’ye bir kanal yapıldı ve yıllardır boşu boşuna denize akıp giden Soğuksu Deresi’nden 40-50 metre yükseklikteki bu kanala su pompalanmaya başlandı böylece Gilindire’nin çorak arazilerinde güller açıyordu artık.

AYDINCIK




1965 yılında da Gilindire’ye tarihi geçmişiyle hiçbir ilgisi olmayan Aydıncık adı verildi. Halk, Gilindire adını kullanmaya devam ettiyse de resmen kullanılmayan Gilindire, tapu kayıtları, nüfus cüzdanları, diplomalar, kitaplar ve anılarda kaldı.
Aydıncık’ta 1972’de İskele Belediyesi kuruldu. İlçe merkezi elektriğe Mart 1980, evlerde içme suyunaysa Mayıs 1984 tarihinde kavuştu.
Aydıncık, 3392 sayılı kanuna göre 19.6.1987 tarihinde ilçe oldu. Ayrıca bu kanunla İskele Belediyesi’nin adı da Aydıncık Belediyesi’ne dönüştürdü.
Tarihi Kelenderis kentinin yerinde kurulmuş olan Aydıncık, Mersin ilinin bir ilçesidir. İl merkezine 173 km, Antalya'ya ise 325 km uzaklıktadır. 38 kilometrelik kıyı uzunluğuna sahip olan Aydıncık’ın, 2008 yılı nüfus tespit sonuçlarına göre toplam nüfusu 11.647’dir. İlçe merkezinin nüfusu 7851, köylerininkiyse 3796dır. Yüz ölçümü 410 km2 olan ilçede, km2 başına 28 kişi düşmektedir.